Çünkü 1 Eylül 1939’da, Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgaliyle İkinci Dünya Savaşı başladı. Dünyanın gördüğü en kanlı savaş, milyonlarca insanın ölümüne, şehirlerin yerle bir olmasına ve insanlığın utanç hanesine kara bir leke düşmesine yol açtı. İşte bu nedenle, savaşın başladığı gün, sonraki kuşaklara ibret ve uyarı olsun diye “Dünya Barış Günü” ilan edildi.
O günden bu yana tam 86 yıl geçti. Ancak soralım: Dünyamız gerçekten barışı öğrenebildi mi?
Ne yazık ki cevabı hepimiz biliyoruz. Bugün de sınırlar hâlâ ateşle çiziliyor. Çocuklar hâlâ bombaların gölgesinde büyüyor. Milyonlarca insan evini, yurdunu, sevdiklerini kaybederek mülteci oluyor. Ve en acısı: Savaş haberlerine öylesine alıştık ki, yıkımların ortasında kaybolan insan hikâyeleri artık neredeyse sıradan bir haber satırına dönüşmüş durumda.
Barış, Bir “Lüks” Değil, Bir Hak’tır
Barışı yalnızca savaşların bitmesi olarak görmek, onu küçültmek olur. Barış, aynı zamanda yoksulluğun, eşitsizliğin, açlığın olmadığı bir hayatın adıdır. Barış, adaletin herkes için aynı terazide tartıldığı bir düzendir. Barış, emeğin karşılığını bulduğu, gençlerin geleceğe umutla bakabildiği bir toplumsal sözleşmedir. Eğer bir ülkede insanlar işsizse, eğitim hakkından mahrum bırakılıyorsa, kadınlar şiddet görüyor ama adalet bulamıyorsa; orada sessiz bir savaş sürüyor demektir.
Bugün barıştan söz etmek, yalnızca “savaş olmasın” demek değildir. Aynı zamanda demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insanca yaşam talebini yükseltmektir. Barış, sokaktaki işçinin, atanamayan öğretmenin, yoksullukla boğuşan öğrencinin, hakkını arayan gazetecinin de mücadelesidir. Çünkü adaletsizlikle barış olmaz.
Barış İçin Gazetecilik
Ben bir gazeteciyim. Kalemim, gerçeğin ve barışın tarafındadır. Biz gazeteciler, kalemimizi satmaz, gerçeği saklamazsak; topluma gerçeği gösterebilirsek barışın da yolunu açarız. Çünkü savaşın ilk kurbanı her zaman “hakikat”tir. Hakikat kaybolduğunda, yalanlarla beslenen kitleler savaşın ateşine daha kolay sürüklenir.
Bu nedenle, “barış gazeteciliği” lüks bir tercih değil, tarihsel bir sorumluluktur. Savaş çığırtkanlığının karşısında, barışın dilini büyütmek, haberlerimizi insan hayatını merkeze alarak yazmak, barış kültürünün tohumlarını atmak bizim görevimizdir.
Savaşın Karşısında Umudu Savunmak
1 Eylül Dünya Barış Günü, yalnızca bir kutlama günü değildir. Bu gün, aynı zamanda insanlığa düşen büyük bir sınavı hatırlatır: Umudu kaybetmemek.
Evet, dünya hâlâ savaşların, işgallerin, sömürünün pençesinde. Ama unutmamalıyız ki, her karanlık düzen bir gün mutlaka yıkılmıştır. Yeter ki insanlar barışın mümkün olduğuna inansın. Yeter ki bu inancı örgütlesin, büyütsün, savunsun.
Çünkü barış, bir gün gökten inmeyecek. Barış, insanların ellerinde yükselecek. Çocukların gülüşünde, işçinin alın terinde, öğrencinin hayalinde, gazetecinin kaleminde hayat bulacak.
1 Eylül’de, barışın yalnızca bir dilek değil, bir irade olduğunu hatırlamalıyız. Herkesin kendi alanında, kendi emeğiyle barışı savunması, dünyanın en büyük savaşına—yani umutsuzluğa karşı savaşa—katkıdır.
Ben de bir gazeteci olarak, kalemimle barışın tarafında olduğumu bir kez daha ilan ediyorum. Çünkü biliyorum ki:
Barış, savaşın gölgesinde değil, insanların ortak mücadelesinde yükselecek.