Ancak alttan alta işleyen sistemli bir yönelim, kadını toplumun dışına değil—evin içine doğru çeken bir düzen kuruyor. Ve bu düzen, artık görünmez değil; sonuçları can yakıcı biçimde ortada.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kadınla erkeği eşit konuma getiremezsiniz, bu fıtrata aykırı” sözleri, sadece kişisel bir kanaat değil, kamusal politikaların şekillendiği bir zihniyetin ifadesi. Kadın, bu anlayışta bir birey değil; öncelikle eş, sonra anne ve daima “ailenin hizmetkârı” olarak görülüyor.
Bu anlayışın kurumsal izdüşümünü çoktan gördük. 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı kapatılarak yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu. Böylece “kadın politikası” yerini “aile politikası”na bıraktı. Kadının güçlendirilmesi söylemi ise, çoğu zaman aileyi güçlendirme adına kurgulandı.
İstihdam politikaları da benzer bir çerçevede ilerliyor: Yarı zamanlı işler, evden çalışma teşvikleri, bakım hizmetine dönük düzenlemeler. Bunlar kulağa “kadın dostu” gibi gelse de gerçekte, kadını evin sınırları içine hapsetmeyi hedefliyor. Kadın çalışabilir, ama evden çok uzaklaşmadan. Kariyer değil, çocuk bakımı esas alınıyor.
Medyada ve eğitimde de tablo farklı değil. Müfredatta kadınlara dair eşitlikçi söylemler geri çekilirken, “kutsal annelik” yüceltiliyor. Televizyon dizilerinde ise kadın genellikle ya itaatkâr bir eş ya da fedakâr bir anne olarak karşımıza çıkıyor. Kadınlar, kendi hikâyesinin öznesi değil; başkalarının hikâyelerinde birer figüran.
En vahimi ise kadınların örgütlenme hakkının sistemli biçimde daraltılması. Feminist dernekler, bağımsız kadın platformları baskılanıyor; kadına yönelik şiddetle mücadele eden STK’ların sesi kısılmaya çalışılıyor. Bu da kadınların hem görünürlüğünü hem de dayanışma gücünü kırıyor.
Ve bu politikanın bedelini kadınlar hayatlarıyla ödüyor.
Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde, boşanma aşamasındaki Sinem Somun, kocası Ali Eren Somun tarafından evine zorla girilerek silahla öldürüldü. Katil, olay yerinden kaçarken bir mahalle bekçisini de yaraladı. Günler sonra, Sinop kırsalında kamp çadırı kurmaya çalışırken yakalandı. Bu trajedi, sadece bireysel bir şiddet vakası değil; yıllardır beslenen zihniyetin en kanlı yansımasıdır.
Boşanmak isteyen, hayatına yeniden yön vermek isteyen bir kadın; “ailenin dağılmasını önlemek” adına göz yumulan bir zihniyetin kurbanı oldu. Üstelik bu olayın ardından failin Sinop gibi sakin bir bölgede çadır kurarak saklanmaya çalışması, devletin kadınları korumakta ne kadar yetersiz kaldığını bir kez daha gözler önüne serdi.
Bu olay, rakamların, raporların ötesinde çok çıplak bir gerçeği hatırlatıyor: Kadınlara çizilen “evde kal” sınırı, yalnızca pasif bir çağrı değil. Direnen ya da o sınırdan çıkmaya çalışan kadınlar için ölümcül sonuçlar doğurabiliyor.
Sessizliğimiz, sadece kadınları evde tutmuyor; mezara da gönderiyor.
Artık görmezden gelme lüksümüz kalmadı. Kadınlara yalnızca bir “eş” ya da “anne” kimliğiyle değil, bağımsız bireyler olarak yaşam hakkı tanıyan bir düzeni kurmak zorundayız. Bunun için önce, kadını evin içine sıkıştıran politikaları teşhis etmeli, sonra bunlara yüksek sesle karşı durmalıyız.
Çünkü mesele yalnızca kadınların nerede durduğu değil; Türkiye’nin nasıl bir toplum olmak istediğidir.