Pazar yerinin girişinde tezgâhların arasından süzülen bir kadın vardı geçen hafta. Fileye koyduğu üç domatesin ağırlığını değil, parasının hafifliğini taşıyordu aslında. Bir domatesi eline aldı, düşündü, bıraktı; sonra tekrar aldı. Yüzünden geçen gölge, bu ülkenin ekonomik raporlarında geçmeyen bir satırdı. O gölge, açlık sınırının resmî çizgilerden çok daha yukarılarda gezindiğinin karanlık bir ispatıydı.
Bugün Türkiye’de en gerçek ekonomik gösterge ne TÜİK’in cetvelleri, ne de bakanların televizyon ekranlarında gülümseyerek açıkladığı grafiklerdir.
Bu ülkenin asıl enflasyonu, pazarda etikete bakıp nefesini tutan insanların yüzüne kazınmıştır.
Ve ben bir gazeteci olarak o yüzlere tanıklık ediyorum.
TÜİK: Rakamları düşüren bir el, mutfakları yükselen bir alev!
Ülkede herkes fiyatların ateş gibi yükseldiğini görüyor.
Herkes, fırında ekmeğe gelen gizli zamların bile cüzdanları delip geçtiğini biliyor.
Herkes, kiraların insanların hayatından yılları çaldığını yaşıyor.
Bir tek TÜİK görmüyor.
Ya da görüyor da bakmıyormuş gibi yapıyor.
TÜİK’in her ay açıkladığı veriler, sanki bu ülke başka bir iklimdeymiş gibi.
Sanki market rafları buhar olmuş gibi.
Sanki kiralar hayalî bir dünyada belirlenmiş gibi.
Ve toplum çoktandır şu kanaatte birleşti:
TÜİK halkın değil, iktidarın nabzını tutuyor.
Bunu söylemek ağır mı?
Belki.
Ama pazarda bir annenin yüzündeki çaresizlik kadar ağır değil.
Dört kurum, dört hakikat; Bir kurum, başka bir dünya!
Kasım verileri şunu söylüyor:
Kontrol altında olan tek şey var:
Gerçeğin üstüne örtülen kalın perde.
Sokağın sahneleri: Bu ülkenin gerçek haber bülteni!
Pazar esnafı söylüyor:
“Abi fiyat yazmaya elim gitmiyor. Halkla göz göze gelmeye utanıyorum.”
Kasiyer anlatıyor:
“Sepetten en çok peynir geri dönüyor. Et zaten dokunulmaz bir lüks oldu. İnsanlar çocuklarına alıp kendilerine almıyor artık.”
Emekli fısıldıyor:
“İki ayda bir torunları göremiyorum; boşuna zahmete sokmayayım diye. Evimde çay bile ikram edemediğim günler oldu.”
Bir genç:
“Krediler, borçlar… Ben daha yaşanmamış hayatımın borcunu ödüyorum.”
Bu ülkenin kırık dökük ekonomisi işte bu cümlelerde.
Bireysel borçlar ve icra dosyaları: Sessiz bir çöküşün sert çığlığı!
Bankalar kart borcunu ödeyemeyenlerle dolu.
İcra daireleri, milyonların çaresizliğini raflarına diziyor.
Her gün yüzlerce yeni dosya açılıyor, kimse konuşmuyor.
Çok kişi sessiz, ama sessizlik büyüyor.
Bir ülkede kredi kartının asgari ödemesi “yaşama sınırı” olmuşsa;
Bir ülkede kira ödemek “lüks” statüsüne geçmişse;
Bir ülkede pazar filesi “umutla doldurulan değil, korkuyla hafifletilen” bir şeye dönüşmüşse,
hiç kimse “enflasyon düştü” yalanına inanmaz.
Asgari ücret: Açlık sınırının altında yaşamaya mecbur bırakılan milyonlar!
Asgari ücret daha konuşulmadan bile açlık sınırının altında kalmış durumda.
İnsanlar maaşlarını daha almadan, o maaşın yetersiz olduğunu biliyor.
Bugün Türkiye’de asgari ücret:
Evin kirasını karşılamıyor.
Mutfak masrafını karşılamıyor.
Faturaları karşılamıyor.
Hayatı hiç karşılamıyor.
Asgari ücretli artık “geçinemeyen” değil;
Hayatta kalmaya çalışan bir insan sınıfı haline getirildi.
Aralık ayı: Rakamlar değişecek gerçek değişmeyecek
Aralık ayında kurumlar yeniden verilerini açıklayacak.
TÜRK-İŞ diyecek ki: “Açlık sınırı yükseldi.”
DİSK-AR diyecek ki: “Gerçek enflasyon başka.”
Birleşik Kamu-İş diyecek ki: “Mutfak yangını büyüyor.”
TÜİK ise diyecek ki: “Her şey yolunda.”
Ama halkın dili bambaşka bir şey söyleyecek:
Tencerede kaynayan su bile zamlandı.
Son söz: Bu yazı bir çağrı, bir isyan, bir bellek mektubudur
Bu yazıyı bir gazeteci kimliğimle değil, sokağın tozunu yutmuş bir yurttaş olarak yazıyorum.
Ben bu ülkenin pazar yerlerinde çözülen yüzlere,
Kasada geri bırakılan ekmeklere,
Elektrik faturasını görünce titreyen ellere,
Binlerce TL borcu olduğu halde hâlâ evine ekmek almaya çalışan sessiz kahramanlara tanığım.
Bu yazı bir istatistik çalışması değil.
Bu yazı bir bağırış da değil.
Bu yazı bir tanıklığın, bir vicdanın, bir çığlığın kaydıdır.
Bugün Türkiye’de açlık sınırı rakamlarda değil, evlerdeki boş tencerede saklıdır.
Yoksulluk sınırı raporlarda değil, gece ışıkları kapalı oturan evlerin karanlığında gizlidir.
Ve biliyorum:
Bir gün bu ülke gerçeği saklayan tablolarla değil, gerçeği dile getiren insanlar sayesinde ayağa kalkacak.
O gün gelene kadar yazacağım.
Gördüğümü, duyduğumu, hissettiğimi saklamayacağım.
Çünkü halkın hakikati susarsa, tükenir.
Ama hakikat asla yenilmez.