Ancak gelinen noktada tartışmanın merkezinde artık yalnızca ekonomik koşullar, medya tekelleşmesi ya da sansür uygulamaları değil; doğrudan gazetecilik faaliyetinin hukuki zemini yer almaktadır.
Bugün Türkiye’de gazetecilik, birçok örnekte görüldüğü üzere, eleştirel niteliği nedeniyle yargısal süreçlere konu olmakta; kamusal bilgi üretimi, ceza hukuku çerçevesi içine çekilmektedir. Bu durum, basın özgürlüğünün anayasal sınırları ve demokratik toplumlarda ifade hürriyetinin işlevi açısından ciddi değerlendirmeleri zorunlu kılmaktadır.
Gazeteciliğin temel işlevi; kamunun haber alma hakkını sağlamak, yönetenleri denetlemek ve toplum adına soru sormaktır. Bu işlevin cezai yaptırımlarla karşılık bulması, yalnızca tekil bir sorun değil; kamusal alanın daralmasına işaret eden yapısal bir vakıadır.
Eleştiri ile Suç Alanının Belirsizleştirilmesi
Son yıllarda gazetecilere yönelik yargılamalar incelendiğinde ortak bir durum göze çarpmaktadır: Eleştiri ile suç arasındaki sınırlar, öngörülemez biçimde muğlaklaştırılmaktadır.
Bu durum, ifade özgürlüğü açısından ciddi bir “hukuki belirsizlik” alanı yaratmaktadır. Zira gazeteciler, hangi ifadenin soruşturma konusu yapılabileceğini, hangi haberin “suç” sayılabileceğini öngöremez hâle gelmiştir.
Hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri, normların öngörülebilir olmasıdır. Kişi, hangi eylemin nasıl sonuçlar doğuracağını önceden bilebilmelidir. Bu öngörülebilirlik ortadan kalktığında, hukuk bir güvence olmaktan çıkar; belirsizlik ise caydırma aracına dönüşür.
Fatih Altaylı Kararı Üzerine Değerlendirme
Gazeteci Fatih Altaylı hakkında verilen mahkûmiyet kararı, ifade özgürlüğü bağlamında geniş bir tartışmaya yol açmıştır. Söz konusu dosya, kamuoyunda yalnızca bireysel bir ceza kararı olarak değil; gazetecilik faaliyetinin sınırlarının yeniden tanımlanması olarak değerlendirilmiştir.
Yargılamanın konusu olan ifadelerin, yorum ve siyasal eleştiri kapsamında değerlendirilmesi gerektiği yönünde güçlü görüşler bulunmaktadır. Buna rağmen verilen ceza, hukuki yorum farklılıklarının çok ötesinde, basın özgürlüğü açısından kaygı verici bir tabloyu ortaya koymaktadır.
Bu tür kararlar, eleştirinin cezalandırılabilir bir faaliyet gibi algılanmasına yol açmakta; gazeteciler üzerinde ciddi bir oto-sansür baskısı oluşturmaktadır.
Bir gazetecinin düşüncelerini açıklaması nedeniyle yargı tehdidiyle karşılaşması, demokratik toplum kavramı ile bağdaşmayan sonuçlar üretmektedir.
Ozan Kaplanoğlu Dosyasına İlişkin Hukuki Değerlendirme
Benzer biçimde, Bursa’da gazeteci Ozan Kaplanoğlu hakkında verilen hapis cezası da kamuoyunda haklı bir tartışma yaratmıştır. Söz konusu dosyada, bir basın açıklamasının haberleştirilmesi nedeniyle gazetecinin cezalandırılması, basın etiği ve hukuki sınırlar açısından önemli soruları gündeme getirmiştir.
Gazeteciliğin en temel faaliyetlerinden biri, kamuya açık açıklamaları haberleştirmektir. Bu durum, gazetecinin açıklamanın içeriğini benimsemesi anlamına gelmez. Habercilikte “aktarma” ile “özdeşleşme” arasındaki fark, evrensel meslek ilkeleri açısından nettir.
Bu nedenle yalnızca haber değeri taşıyan bir açıklamanın kamuoyuna aktarılması nedeniyle ceza verilmesi, ifade özgürlüğü bakımından değerlendirilmesi gereken ciddi bir sorundur.
Ozan Kaplanoğlu’nun Mesleki Kimliği ve Sivil Toplum Boyutu
Ozan Kaplanoğlu’nun yalnızca gazeteci değil, aynı zamanda uzun yıllar meslek örgütlerinde aktif görevler üstlenmiş bir isim olması, verilen cezanın sivil toplum boyutunun da tartışılmasını gerekli kılmaktadır.
Basın meslek örgütleri, demokratik toplumların ayrılmaz yapı taşlarıdır. Bu tür kurumların üyelerine yönelik yargısal baskı algısı, yalnızca bireylere değil, örgütlü toplum yapısına yönelik bir etki yaratmaktadır.
Bu yönüyle söz konusu dava, yalnızca bireysel değil; kamusal örgütlenme özgürlüğü bağlamında da incelenmelidir.
ÇGD Samsun Temsilcisi Olarak Değerlendirmem
Ben, Çağdaş Gazeteciler Derneği Samsun Temsilcisi sıfatımla, hem Fatih Altaylı hem Ozan Kaplanoğlu davalarında verilen kararların, basın ve ifade özgürlüğü açısından yeniden değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Bu değerlendirme, herhangi bir kişi ya da kurumu hedef alma amacı taşımamaktadır. Aksine; hukukun üstünlüğü ilkesinin, yargının tarafsızlığına olan güvenin ve ifade özgürlüğünün güçlendirilmesi çağrısını içermektedir.
Amacım; hukuk devleti ilkesinin zarar görmemesi, gazetecilik faaliyetinin cezai tehditle karşı karşıya kalmaması ve kamusal bilginin özgürce dolaşabilmesidir.
Akademik Çerçeve: Demokrasi – Basın – Hukuk İlişkisi
Liberal demokratik sistemlerde medya, “dördüncü kuvvet” olarak tanımlanır. Bu nitelemenin sebebi, basının yasama, yürütme ve yargıdan bağımsız olarak toplum adına denetim işlevi üstlenmesidir.
Basının işlevini yerine getiremediği toplumlarda; şeffaflık azalır, denetim zayıflar, hukuk güvenliği erozyona uğrar.
Bu nedenle basın özgürlüğü, yalnızca bir meslek grubunun değil; tüm toplumun güvencesidir.
Sonuç: Bu Suç Değil, Demokratik Hak Kullanımıdır
Yukarıda aktarılan tüm bu değerlendirmeler, gazeteciliğin suç olmadığı; bilakis anayasal güvence altında olan bir kamusal faaliyet olduğu gerçeğine işaret etmektedir.
Eleştirel düşüncenin yargısal süreçlerle karşılanması, demokratik toplumlarda kabul edilebilir değildir.
Basın özgürlüğü; siyasal bağımsızlık, yargı tarafsızlığı ve toplumsal vicdan açısından vazgeçilmezdir.
Bu nedenle ifade özgürlüğünün geniş yorumlanması, cezalandırmanın istisna olarak ele alınması hukuk devleti ilkesinin gereğidir.